Kadın, yanı başında kendini ‘hayranlıkla’ dinleyen arkadaşına kocası ve çocukları için ne fedakarlıklara katlandığını, onlar için ‘süpürge’ ettiği saçlarını bir o tarafa bir bu tarafa savurarak anlatıyordu. O kadar ‘keyifle’ anlatıyordu ki, arkadaşı kahvesini bitirmiş, fincanı bi güzel ters çevirip az sonra başlayacak ‘fal faslına’ hazırlık yaparken, o üzerinde köpüğü duran kahvesinden henüz bir yudum bile almaya fırsat bulamamıştı. Bir fedakarlık örneğinden diğerine geçerken değil kahve yudumlamak, cümleler arasına virgül bile koymuyordu. Gözlerindeki amansız coşku, “daha bunlar ne ki?” der gibiydi…

Genç adam, tanıdık tanımadık herkese farklı biçimlerde ‘yardım’ediyordu. Kimin başı sıkışsa ‘hızır’ gibi yanı başında bitiyordu. Hesapsız kitapsız yaptığı maddi yardım operasyonlarından dolayı başı defalarca derde girmesine rağmen, hala içindeki iyi ruhun yardım telkinlerinden etkilenmeye devam ediyordu. Kefil sıfatıyla attığı son imzadan sonra maaşının bir bölümüne konulan haciz daha bitmemişken, çok zor durumda olduğunu söyleyen muhatabını “Şimdi senin ihtiyacını karşılayacak durumda değilim” diyerek geri çevirmeyi uçurumun kenarındaki birini aşağı yuvarlamak gibi değerlendiriyordu.
Genç kız, sevgilisi ile biten ilişkisinin ardından girdiği acılı moddan bir türlü kurtulamıyordu. Kurtulmak bir kenara dursun, sanki duyduğu acıyı tazeleyebilmek için, her saat başı sosyal medya hesaplarını kontrol ediyor, ‘ex boy friend’inin yeni kız arkadaşıyla kendini kıyaslamaktan bir türlü vazgeçemiyordu. Aşk için her türlü fedakarlığı yapmasına rağmen ‘yine’ kıymeti bilinmemişti. Bir önceki ilişkisinin acılarını sarmakla uğraştığı 3 yıl aradan sonra başladığı bu ilişkinin sonunun ‘yine’ hüsran olmasına anlam veremiyordu. “Erkek milletine güven olmaz”dı ve ‘hepsi aynı’ değil miydi?

Gerek sosyal, gerek meslek hayatımda yukarıda özetlemeye çalıştığım minvalde çok sayıda insanla tanıştım. Hafızanızı şöyle bir yoklarsanız yukarıdakilere benzer özelliklerde insanların kendi çevrenizde de varolduğunu görmekte çok zorlanmayacağınız kanaatindeyim. Eğer içgörü gibi geliştirilebilir bir yetenekten bir parça nasip almışsak veya insan canlısının düşünce-duygu-davranış eksenini takip ederek eylem ve söylem geliştirdiği gerçeğinin farkındaysak benzer durumların ‘kendimizle’ ilgili kısımlarını da fark etme şansı yakalabiliriz.
Peki yakalayamazsak ne yaparız? Yakalayamazsak yukarıdaki örneklerde olduğu gibi aslında bir çoğu çocukluk deneyimlerimizin birer karşılığı olan, belki de patolojik davranışlar, zaaflar geliştiriyor olabiliriz. Kişilik bozukluklarının pratik yaşama birer yansıması olarak değerlendirilebileceği birçok durumu ‘kişilik özelliklerimiz’ olarak algılıyor olabiliriz. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Son iki cümlemde kullandığım ‘…yor olabiliriz’ ifadeleri konunun içeriğine yönelik değil, bu yazının muhatapları içinde böyle olmayanların varlığına yönelik bir ‘olasılık’ ifadesidir. Değilse insan canlısının ruhsal mekanizmasının ‘kaygı yaratan tüm durumlardan kendini kurtarmak, kurtaramıyorsa bu kaygıyı mümkün olan en alt seviyeye indirmek için benim; ‘her türlü takla atma’, psikoloji literatürünün de ‘savunma mekanizması’ olarak tanımladığı durum bir olasılık değil, yine ruhsal mekanizmamızın gizli yeteneklerinden biridir.
Kabaca bile değerlendirildiğinde savunma mekanizmalarının insanın benlik saygısını dengede tutarak, toplum içindeki ‘ötekiler’ ile uyum içinde yaşayabilmesi için kaçınılmaz olduğu gerçeğine ulaşabiliriz. İşte tam da bu noktada yapılması gereken can alıcı vurguyu hemen yapalım: Sorun; savunma mekanizmalarında değil, bu mekanizmaların sürekli ve aşırıkullanımındadır!

İşte bu yazının, naçizane amacını; bastırma, gerileme, tepki oluşturma, yapıp bozma, yansıtma, içe yansıtma, yalıtma,kendine yöneltme, karşıtına çevirme ve yüceltme şeklinde isimlendirilen temel savunma mekanizmalarının aşırı ve sürekli kullanımı kaynaklı oluşan davranışlarımızı ‘kişiliğimizin temel özellikleri olarak tanımlamaktan vazgeçip’, onları kutsamaya, onlarla sevişmeye, onlara birer ‘matahmış’ muamelesi yapmaya bir son verme daveti olarak görebilirsiniz.
Bu tanımlamaya dahil olabilecek hiç bir durumdan beslenmemek, onlara yaslanmamak, onlardan güç almamak, onlardan hoşnut olmamak ve daha kısa ve net olarak onlarla sevişmemek gerektiğine inanıyorum. Sevişmek bir yana, bu durumlarla savaşılmasından yanayım.
Bu savaşta düşman bir ‘öteki’ olmaması tabii ki, işimizi hayli zorlaştıracak. Fakat verilecek mücadeleyi savaş olarak tanımladıysak, savaş taktiklerinden faydalanmadan da olmaz. O yüzden haydi Sun Tzu’nun Savaş Sanatı adlı klasik eserine gidelim ve Sun Tzu’nun savaş kazanmakla ilgili görüşü neymiş öğrenelim: “Hem kendini hem karşısındakini tanıyan asla tehlikeye düşmez! Kendini tanıyıp, karşınıdakini tanımayanın kazanma olasılığı yarıyarıyadır! Ne kendini ne de karşısındakini tanımayanlar girdikleri her mücadeleyi kaybederler!”

Hatlar karışır gibi oldu, Sun Tzu, savaşı kazanabilmek için kendini tanımayı önemsiyor, ama düşmanı yani ötekini tanımayı da önemsiyor. Ama bizim bahsettiğimiz savaş biraz farklı ve öteki yok! Ve her savaş için bir ‘öteki’ olması gerektiğini bilmeyen de yok! Ama siz yine de rahat olun ben, savaşma sevdası ile yanıp tutuşanların, savaştan rant devşirenlerin ‘olmayan öteki’ni yarattıkları gibi bir ‘insanlık suçuna’ bulaşmadan bu işi halledebilirim!
Kendiliğimizi / benliğimizi / bilincimizi ‘yekpare’ görmeyen Freud’u yardıma çağıralım hemen. Ne diyordu Freud: id, ego, süperego! Alın size üç düşman! Hepsi bizden, hepsi içimizdeki öteki! Size bir de küçük tavsiye; önce id’den başlayın!
Ama derseniz ki, bu Freudyan teori ve benim Freud hassasiyetim var. Hiç sorun yok. Bu topraklarda yetişmiş, Batı’da bilinenin aksine, din adamlığı bilim adamlığının önüne geçmiş bir İbn-i Sina var, islam tasavvuf geleneği var, nefsin mertebeleri var: nefs-i emmare, nes-i levvame, nef-i mülhime! Alın size ilk üç kategori! Yine hepsi bizde yine hepsi içimizde. Size bir de küçük tavsiye; önce emmare’den başlayın!
Gazanız mübarek ola!