Yaşamak; Görevdir!

Belgesel müdavimleri –daha- iyi bilir, doğada her canlının bir işlevi vardır. Solucanlar toprağı havalandırır. Arılar bal yapmak için çiçek çiçek dolaşırken ayaklarına bulaşan polenler aracılığıyla meyve ağaçlarının döllenmesine yardımcı olurlar, hem de kendileri gibi aynı görevi yerine getiren rüzgara aldırmadan.

Uzun burunlarıyla karıncayiyenlerin herbiri, günde bilmem kaç kilogram karınca yiyerek, hem yaşamlarını devam ettirirler hem de dünyamızı karıncaların istilasından kurtarma görevini ifa ederler. Midye başta olmak üzere birçok deniz kabuklusu ve denizanası yaşamlarını devam ettirmek için ‘içlerine aldıkları suyu filtrelemek’ zorundadır. Diğer bir deyişle denizi temizleme görevi kendilerine aittir.

Yaşamak için yapılan ve aynı zamanda bir görevi yerine getirme olarak değerlendirilebilecek bu yaklaşıma hiç tereddütsüz hayvanların yanısıra, bitkileri de eklemek mümkün. Asıl konumuza geçişi yavaşlatmamak adına bitkilere yönelik örnek olarak, fotosentez aracılığı ile karbondioksiti emip, oksijen vermeyi ve ‘otobur’ canlılara besin kaynağı olmayı zikretmeyi yeterli buluyorum. Çünkü basit bir mantık yürütme ile oluşturulacak bu listenin madde sayısının doğada mevcut bulunan bitki ve hayvan sayısı ile eşdeğer olabilme gerçeğine ulaşabiliriz. Hatta bazı canlıların ‘etinden, sütünden, derisinden, yününden’ gibi çok yönlü işlevlerini hesaba katarsak ‘kategorize edilerek bile sayılması mümkün olmayan’ bir yaşam çeşitliliği ve görev listesi ile karşı karşıya kalabiliriz.

Buradan hareketle; eko-sistem kusursuz olarak sürdürülebilir olma gücünü; sisteme ait herbir üyenin yaşamını devam ettirmesi için yapması ‘zorunlu’ eylemleri gerçekleştirmesinden alıyor desek zihni bir manipülasyon yapmış olmayız, değil mi? Ya da bu soruyu daha anlaşılır kılmak adına, eko-sisteme ait hiçbir üye hangi görevi ifa ettiğine aldırmaksızın ve tabii ki, bilmeksizin, sadece yaşamaya güdülenmiş olarak hareket eder denilebilir. Aksi taktirde; midyelerin “hadi beyler daha tonlarca su arıtılacak, biraz büyük açın kabuklarınızı” diye birbirini uyardığına ya da kovandaki kraliçe arının işçi arılara dönüp: “Dün tamamlanmayan yaban çileği çiçeklerinin döllenme işini bitirmeden bir tanenizi bu kovana sokmam!” diyor olabileceğine inanmak zorunda kalırdık.

Tüm canlıların tek bir hedefi vardır: Yaşamak! Başka bir deyişle ölmemek! Bu, tam da TDK sözlüğünde: “Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak, sevkitabii” olarak tanımlanan içgüdü kavramına karşılık gelen bir durumdur.

İçgüdü tanımı içinde yer alan, ‘akıl ve düşünceden bağımsız’ ve ‘sevkitabii’ ifadelerinin özel bir ilgiye layık olduklarını düşünüyorum! Hatta birleşik bir kelime olan ‘sevkitabii’’yi kısa süreliğine de olsa ‘sevk’ ve ‘tabii’ olarak iki kelime olarak idrak etme çabasının, ‘yaşamak; görevdir’ ifadesinin anlamlandırılmasına ilave katkı sağlayacağını tahmin ediyorum.

Gelelim can alıcı soruya: ekosistem içinde canlılardan bir canlı olarak var olan insan için durum nedir? Çok genel olan bu soruyu; ‘özellikle son ikiyüz yıldır, eko-sistem içindeki canlıların birbirlerinin devamı olduğu ‘evrim paradigması’ ile şekillenen modern bilimin ışığında oluşan psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi disiplinlerin görüşleri açısından insan için durum nedir?’ sorusuna da çevirebiliriz.

Belki farketmişsinizdir, soruları ya da yorumları birden fazla bakış açısı ile oluşturmaya çalışıyorum. Bununla hedeflediğim şey; kullanımını bir kenara bıraktığımız ‘basit akıl yürütmelerin’‘bir de burdan baksak’ların, ya da ne bileyim; ‘başka türlü olsa nasıl olurdu?’ veya ‘ya öyle değilse?’ gibi çoğu zaman bizi, önemli bilgi ve gerçekliklerle burun buruna getirme olasılığı yüksek ‘zihin jimnastikleri’ ile sizi tanıştırmak. Neden mi? Yakından tanıyanlar bilir, bir yerde güzel bir ‘şey’ yediysem, en kısa sürede sevdiklerimin de o ‘şey’den yemesini arzularım da ondan.

Küçük bir ‘reklam arası’ndan sonra ‘insana dair’ devam edelim: Diğer canlılarla neredeyse aynı olan bir organizma kullanımı, kan dolaşımı, solunum, sindirim ve üreme sistemi, onlardan daha üstün mü yoksa sınırlı mı olduğu tartışılır içgüdüler ve hepsine ilave olarak diğer canlılarda olmayan ‘akledebilme’ yetisi…

Galiba ‘basit bir akıl yürütme’ ile zanlının izini bulduk! Diğer canlılar ile aramızdaki en büyük fark budur deyip, yaşadığımız dünyaya ait sorunların faturasını ‘akledebilme’ yetimize bağlasak çok mu ‘insafsızlık’ etmiş oluruz? Zannedersem olmayız!

Pek kalmadı ama, biz yine de tahayyül edelim; insan eli değmemiş, balta girmemiş ormanlarda, binlerce canlı türü yaşamasına rağmen neden ‘çöpe’ rastlanmaz? Neden binlerce yıldır, binlerce canlıya evsahipliği yapan denizler son yıllarda ‘tehlike’ sinyalleri vermeye başladı?

Neden dünyanın bir yerlerinde ‘obezite’ ile mücadele verilirken, başka bir yerlerinde ‘açlıktan ölümler’ gerçekleşiyor? Neden bir kıtada köpek ve kediler başta olmak üzere ‘ev hayvanları’ için ayrılan bütçe, diğer bir kıtadaki açlık sorununu çözmek için gerekli olan bütçeden daha fazla çıkıyor?

Neden doğdukları coğrafyada ‘kendi ektikleriyle’ geçinip giden insanların üzerine bombalar yağdırılırken, bu ‘anlamsız (!) savaş’ birilerinin banka hesaplarına milyon dolarlık kazançlar olarak yazılıyor?

Neden binlerce yıldır süre gelen insanlık, özellikle ‘akıl’ ve ‘bilim’ çağı denilen dönemlerden sonra sanki bir ‘akıl tutulması’ yaşar gibi tarihinde görülmemiş kadar yoğun bir ‘zulüm’ ile karşı karşıya?

Neden, ‘insanlık nereye gidiyor?’ dedirtecek türden haberler duyma oranımız gün be gün ve hızla artıyor ? Neden ‘bunu yapan insan olamaz!’ dediğimiz olaylar çoğalıyor?

Neden, neden, neden ? Sorularım hep neden’li… Neden mi? Bunlara cevap vermeden oluşturulacak ve sanki ‘neden?’ sorularının yerine ikame edilmek istenen ‘nasıl?’ sorularının cevaplarıyla avunmak istemiyorum da ondan. Ya da nasıl olduğunu bilmek neden olduğunu bilmekten daha mı önemlidir de ondan.

Bu kadar ‘neden?’ sorusu sorup, birine –kendince bile olsa- cevap vermeden bu yazıyı bitirmek olmaz! Ne dedik yazının başında; doğadaki her canlı yaşama içgüdüsü ile hareket edip yaşamını sürdürürken aynı zamanda ait olduğu eko-sistemin devamına yönelik bir görevi yerine getirir. Büyük bir çoğunluğuyla insan hariç! Eko-sistemin devamına yönelik kaygıların had safhaya ulaştığı ‘sürdürülebilirlik’ diye bir kavramın gündemimize girdiği bu dönemde suçu insan neslinin üzerinden atmak için ‘canlılardaki içgüdü değişimi’ diye bir yalanın peşine takılıp, midyeler artık deniz suyunu filtrelemiyormuş gibi İsveçli bilim insanlarına dayandırılan ‘sosyal medya trolleri’ üretecek değiliz herhalde! Ne yapacağız, şapkamızı önümüze koyup: biz nerede yanlış yaptık sorusu ile zihinlerimizi meşgul edeceğiz. Yani ‘akledebilme’ yetimizi kullanacağız.

Yukarıda peşpeşe sorulan neden sorularının hepsine birden ‘akledebilme’ yetimizi kullanmamaktan cevabı verilebilir mesela. Peki, çözüm müdür, derseniz? Kesinlikle hayır! Ama unutmamak gerekir ki, akledebilme yetisi kullanılarak sorulan ‘neden’ soruları, zaten ‘nasıl’ sorusuna ‘gebe’dir.

O halde; modern insanın gittiği güzergahta, yol ikiye ayrılıyor diyebiliriz:

Ya ‘yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkartıp, kan dökmeye’ devam edecek ya da ‘akledebilme’ yetisini kullanıp, tercihini birinci şıktan yana kullananlara karşı vermek zorunda olduğu ‘yaşam’mücadelesinde kendine bir ‘görev’ seçecek.

Siz hangi tarafta olmak isterdiniz ve neden ?