Bence: “Bulma Etme Dünyası”

Popomuza yediğimiz ‘ilk şaplak’ sonrası ‘ağlayarak’ gözlerimizi açtığımız bu dünya; ‘verili’ bir dünyadır. Bizden önce ‘şaplak yemişler’ tarafından düzenlenmiş, kurgulanmış, formlanmış, normlanmış bir dünyadır bu. Biyolojik boyutunu bir kenara bırakırsak her doğum; ilk halkası anne, baba, kardeş, amca, dayı, hala, teyze gibi yakın çevre olan, sonra mahalle, semt gibi küçük grupların oluşturduğu halkalar ile büyüyen, daha sonra etnik köken, dil, din gibi ‘büyük aidiyet grupları’ şeklini alan ve son halkada 8 milyar kadar insanı içinde barındıran devasa bir sosyal organizasyona ‘ilave bir üye’ demekten başka bir şey değildir.

+1 olarak eklendiğimiz bu devasa organizasyon yeni üyesine; “biz de seni bekliyorduk, gel de şu kötü gidişi düzelt veya iyi olanı daha da iyileştir. Kafana göre takıl, yediğin önünde yemediğin ardında, nasıl istiyorsan öyle davranabilirsin, sen özgürsün” tadında bir karşılama yapmaz!

İçine doğulan toplum, binlerce yıldır sürdürdüğü varlığının temel unsurları olan aile, din, ekonomi, eğitim, siyaset gibi kurumlar aracılığı ile yeni üyesine nasıl davranması / davranılması konusunda gerekli ‘yönlendirmeleri’ yapmaya hem de dakika bir, gol bir’ mantığıyla başlar. Örnek mi? Erkek bebeği dünyaya gelen bir yakınınıza neden ‘pembe bir kıyafet’ alıp gitmediğinizi bir düşünün!

Pembe tercihimiz de dahil olmak üzere davranışlarımızın arka planında uymak zorunda olduğumuz normlar vardır. Bundan daha ilginç ve önemlisi –yaşadığımız toplumda- normal ya da anormal oluşumuz, bizim bu normlarla aramızdaki ilişki tarafından belirlenir.

Bu noktada bir parantez açıp toplumsal kurum ve normlar hakkında çok kısa bir bilgi vermek bir takım yanlış anlamaların da önüne geçecektir. Marshall’in tanımı ile toplumsal kurum; “toplumsal normlar tarafından sürekli olarak tekrarlanan, onaylanan, sürdürülen, toplumun yerleşik kabullerini yansıtan ve toplumsal olarak örgütlenmiş olan davranış kalıplarıdır.” Bu tanıma ilaveten konuyu biraz daha anlaşılır kılmak için bir cümle de Prof. Dr. Enver Özkalp’in ‘Sosyolojiye Giriş’ isimli kitabından aktaralım: “Bu kalıplar, bir toplumda önemli kabul edilen amaçlara nasıl ulaşılacağına ilişkin düşüncelerden meydana gelen bir düzeni içerir. Bir başka şekilde tanımlayacak olursak toplumsal kurum, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması bakımından zorunlu sayılan, nispeten sürekli kurallar topluluğudur.”

Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere, her birey doğumu ile katıldığı evrensel organizasyonun yerel şubesi olan aile ortamında ‘zaten hazır bulunan’ bir takım davranış kalıplarına şahit olur. Benim ‘bulma’ olarak tanımladığım bu davranış kalıpları onun zihinsel altyapısını oluşturur (sosyal öğrenme) ve birey eylem kabiliyetleri geliştikçe ‘etme’ davranışları göstermeye başlar. Bu ‘etme’ davranışlarının ‘bulma’ davranışlarından bağımsız veya önce olma olasılığı yoktur!

Sosyolojik perspektiften bakarak bu şekilde  yorumladığım bu duruma şimdi de psikoloji perspektifinden bakmaya çalışacağım. Ayrıca bu konuyu ve özellikle bu başlıkla kaleme alma sebebimin de bu olduğunu ifade etmek isterim. Sosyolojik boyuta hem konuya bir girizgah olsun diye hem de psikoloji ile sosyoloji arasında var olduğuna inandığım köklü bağlar sebebiyle öncelik verdim.

İnsan davranışlarını açıklamayı hedefleyen psikoloji kuramlarının ‘aynı konularda’ farklı görüşler bildiriyor olmaları bilimsel gelişme için olmazsa olmaz bir duruma karşılık geliyor. Buna rağmen konumuz olan insan davranışının oluşum ve gelişim süreci ile ilgili başvurulacak temel kuramların birçoğunun benzer ya da birbirini tamamlayan ifadeler kullandığını görüyoruz.

Çok kısa kısa bu kuramlardan alıntılar yapmaksızın meramımızı anlatmamız pek mümkün olmayacak.

1: Bowlby’nin Bağlanma Kuramı; yeni doğan bebekler, yalnızca onlara bakmaya ve korumaya istekli bir yetişkinin varlığında yaşamlarını sürdürebilirler. Bebekler bakım veren kişi ile etkileşimi sağlamaya yardımcı davranışlar (emme, izleme, gülümseme, ağlama, dokunma) ile donanımlı olarak dünyaya gelirler. Bebeğin doğuştan getirdiği bu özellikleri, bakım veren ile düzenli ve tutarlı bir etkileşim sonucu giderek gelişir. Bowlby’e göre, erken çocukluk döneminde bağlanma figürü olan anne ve babaların tekrarlayan davranış örüntüleri çocukların zihinsel şemalarını şekillendirir.

2: Psikanalitik Kurama göre yaşamın ilk iki yılını kapsayan oral dönemde  bebeğin temel haz kaynagı ağız ve çevresi ile ilgili faaliyetler olmaktadır. (Oral dönem)  Emzirme yolu ile bebeğe bu hazzı veren kişi olan anne, bebeğin ilk ve temel sevgi objesihaline gelmektedir. Bu ve devamındaki cinsel kimlik evrelerinin uygun koşullar altında geçirilmiş olmasını sağlıklı bir yetişkinlik dönemi için gerekli olarak değerlendiriyor, psikanalitik kuram.

3: Melaine Klein  tarafından dile getirilen Nesne İlişkileri Kuramına göre Freud’un cinsel kimlik evrelerinden olan, oral ve anal dönemlerde, bebeğin dış dünyayı algılama ve dış dünya deneyimlerini zihinsel olarak organize ediş biçimi, ileri yaşlar için oldukça önemli etkiler bırakmaktadır. Bu dönemde nesne olarak kabul edilen anne veya bakım veren diğer kişiler ile kurduğu ilişkilerin bebeğin zihin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığı ve yaşam boyu kuracağı tüm ilişkilerin şekillenmesinde önemli etkilere sahip olduğunu ileri sürüyor Klein’in ‘Nesne İlişkileri Kuramı’.

İşte ben de bu kuramsal yaklaşımlardan hareketle toplum içinde karşılaştığımız / eleştirdiğimiz / ne ara böyle olduk diye haber programlarına konu olan şiddet, cinsel taciz, öfke, merhametsizlik, sevgisizlik, bencillik gibi olumsuz eylemlerin faillerinin gerçekleştirdiği bu ‘etme’ eyleminden önce mutlaka ya benzer eylemlere ‘bulma’ halinde maruz kaldıklarını, ya da sonu bu eylemlere çıkabilecek erken çocukluk dönemleri geçirdiklerini düşünüyorum.

Hepimizi derinden etkileyen yavru köpeğin ayaklarının kesilmesinden tutun da, köpekleri arabaların arkasına bağlayıp sürüklemeye varan hayvanlara yönelik şiddet davranışları gösterenlerin, sevgi ihtiyaçları karşılanarak, sağlıklı bir çocukluk geçirdiklerini kim iddia edebilir?

Dalındaki bir çiçeği koparmaktan imtina eden, gidip onu öpen, koklayan bir çocuğun, öpülüp koklanmadığı konusunda kim aksi görüş bildirebilir? Kim yalana şahit olmadan, yalanı yaşam biçimi haline getirebilir?

Son dönemde sıklıkla karşılaşılan ve hemen hemen hepsi ölümle sonuçlanan çocuk kaçırma ve cinsel taciz sonrası ölümlerle biten vakaların faillerine duyduğumuz nefret, onlar üzerine düşünmekten bizi alıkoyuyor. Fakat uzmanlar cinsel taciz faillerinin çoğunlukla (Dr. Şükran Telci’nin bir makalesinde verdiği %60-95 gibi oldukça yüksek oranlarla)  ‘benzer durumlara maruz’kalan kişiler oldukları yönünde fikir beyan ediyorlar.

En çok şiddete başvuranların, en çok şiddete (buradaki şiddeti sadece fiziksel şiddet olarak algılamayın lütfen) maruz kalanlar olduğunu bilmeyen kalmadı artık. Bu konularla yakından ilgilenen, ihmal ve şiddet mağduru gençleri topluma kazandırmak için büyük çaba sarf eden sevgili dostum Haluk Piyes’in yazıp-yönetip-oynadığı ‘Kanımdaki Barut’ isimli filminin mottosudur : “Şiddet uygulayan insan, sevgiye en muhtaç olandır” ifadesi.

Konu insan, hele bir de insan davranışları olunca, ‘bu budur’, ‘bunun sebebi budur’, ‘böyle olduğu için böyle olmaktadır’ şeklinde ‘kesin hükümler vermek’ konusunda çok temkinli davranılması gerektiğine olan inancımı bu noktada bir kez daha paylaşmak istiyorum. Su dünyanın her yerinde 100 derecede kaynar. Serbest bırakılan cisimler hızları artarak aşağı yönlü hareket ederler. Doğa bilimlerinde var olan bu durumları açıklamak için 1 bilemediniz 2 bilimsel yaklaşım yeterli olur. Ama bir insanın ‘neden şiddete başvurduğunu’ bu kadar kolay açıklayamazsınız! Yüzlerce sebebi olabileceği gibi çok farklı açılardan farklı dinamiklerle açıklanabilen bir durum olabilir.

Ben, konunun benim dikkatimi çeken ve önemli olduğunu düşündüğüm bir yönünü, farklı bir bakış açısıyla ifade etmeye çalıştım. Bu bakış açısı, yazıyı okuyan sadece bir kişiye bile ‘hiç böyle düşünmemiştim’ dedirtebilirse ben kendimi mutlu hissedeceğim.

Son söz olarak; bana ilham veren ‘etme bulma dünyası’ ifadesinin, toplum tarafından adaletin yerini bulması anlamında kullanıldığını biliyoruz. Ben ifadeye takla attırıp ‘bulma etme dünyası’ deyince anlam kayması olur diye düşünmüştüm. Fakat yazıyı bir bütün olarak tekrar okuduğumda ‘adaletin yerini bulması’ anlamını kaybetmediğini şaşırarak gördüm. Ne dersiniz yanılıyor muyum?