‘Anlam’ bağlamdan ayrı düşünülemez, düşünülmemeli! Yani sözün söylendiği ortam, sözden önce ve sonra söylenenler, sözün söyleniş amacı, sözün söylendiği ortam özellikleri gibi şeyler olarak tanımlayabileceğimiz ‘bağlam’, anlamın ‘asli’ unsurlarından olup, dikkat edilmediği zaman, sadece anlam kaymalarına değil, ifade edilenle ‘taban tabana zıt’ çıkarımlara da sebebiyet verebilir.
Nasıl mı? Orta yaş ve üzeri olanların rahatlıkla tahmin edecekleri gibi ‘bundan sonra evinin kadını, çocuklarının anası olacaksın!’şeklinde attığım başlık bana ait değil. Cüneyt Arkın’ın ‘nayır’, ‘nolamaz’ tonlamalarıyla dile getirdiği ve Yeşilçam’ın unutulmaz replikleri arasına giren bu ifade, izleyenleri inceden bir tebessüm ettiriyordu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bir gazino kulisinde Cüneyt Arkın’ın dudaklarından dökülen bu cümle yıllar içinde bir çok skece, dizi sahnesine konu oldu.Tekrar tekrar kullanılarak o meşhur sahneye ‘gönderme’ yapıldı. İnternette dolaşırken yine böyle bir göndermeye rastlayınca, kendi kendime sordum: ‘Biz bu ifadeye niçin gülüyoruz?’
‘Bağlam’a mı, ‘içerik ve anlam’a mı ?
Zannedersem bağlam bizi gülümsetmişti. Çünkü içerik ve anlamın komik bir tarafı yok!
Özellikle son yıllarda artan oranlarda olmak üzere, ruh sağlığı profesyonelleri, çocuklarda yaşanan birçok problemin ebeveyn tutumlarından kaynaklandığına işaret ediyorlar. Aynı şekilde çift ilişkilerini kendine iştigal konusu seçen aile danışmaları da çiftlerde yaşanan en yaygın problemlerin, ilişki için gerekli zaman ve emeğin verilmemiş olmasına bağlıyorlar.
‘Her ana-babanın bir çocuğu vardır, ama her çocuğun bir ana babası yoktur” şeklindeki ‘retorik’ kokan ifade yardımıyla daha net anlaşılacağı gibi, günümüzde birçok çocuk, var olan ana-babalarına rağmen ana-babasızlık yaşamakta ve bu yaşam deneyimleri sebebiyle daha hayatlarının başında, kaygı, stres, depresyon, uyumsuzluk gibi bir takım sorunlar sebebiyle pedagogların kapısını aşındırmaktalar.
Danışmanlar bu tarz sorun yaşayan çocukların ebeveylerine, onların kişilik organizasyonlarını sağlıklı olarak kurabilmeleri için gerekli olan ‘koşulsuz sevgi’ ve ‘yeterli ilgi’nin hakim olduğu bir ortam hazırlamaları gerektiğini, olabildiğince birlikte zaman geçirmelerini, hatta ‘kaliteli zaman geçirmek’ olarak jargonda yerini alan türden etkinlikler öneriyorlar.
Ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayan, anne-çocuk ilişkisinin doğum sonrasında da kuvvetlenerek devam etmesi gerektiği, çocuğun ‘bakım veren’ üzerinden dünyayı algılama anlamlandırma ve benlik geliştirme süreci için çok yoğun bir temasa ihtiyaç olduğu gerçeği artık yadsınamaz bir hakikat olarak önümüzde bulunmakta. Bu yüzdendir ki, Avrupa ülkelerinde doğum ve analık izinleri Türkiye’ye göre kıyaslanamayacak kadar uzun. Eğer internet üzerinden ulaştığım bilgiler güncel ve doğru ise: Danimarka 52 hafta, Çek ve Slovak Cumhuriyetlerinde 1 yılı opsiyonlu olmak üzere toplam 4 yıl!
Çünkü kanun koyucu çocuğun ‘dış dünya’ ile sağlıklı entegrasyonunun sağlanabilmesi için anneyle olan ilişkisinin olabildiğince uzun olması gerektiğini düşünüyor. Yani ‘elin Avrupalısı’ Cüneyt Arkın’ın bizi gülümseten “çocuklarının anası olacaksın!” ifadesi için kanun çıkarmış vaziyette.

Bizde ise durum şöyle; 2016 yılında yapılan yönetmelik değişikliğiyle batılı ülkelerle aramızdaki farkın kapanmasına yönelik bir takım uygulamalar başlatılmış. 8 haftası doğum öncesi, 8 haftası doğum sonrasında kullanılmak üzere toplam 16 haftalık bir doğum-analık izni var. Buna ilave olarak –pratik uygulamada durum nedir bilmiyorum ama- doğum izni sonrasında 6 ay ücretsiz izin haklarından ve sonrasında yarı zamanlı, yarı ücretli çalışmalardan bahsediliyor bu yönetmelikte.
Uzun lafın kısası, sevgili okuyucu; yönetmelikler ne derse desin, çocuk kendini dünyaya getiren o bedenin ‘ruhuna’ da muhtaç! Anne 9 ay boyunca kendine ait bedenini ortak kullanıma açarak içinde büyütüp, dünyaya getirdiği bu minik canlıyla ruhunu da paylaşmak zorunda. Benim anladığım budur!
İktidarlar ve onların çıkardığı kanunlar ve yönetmelikler, ideolojik olabilir, çıkarcı olabilir, faydacı olabilir. Bunlar beni –bir noktaya kadar- zerrece ilgilendirmez! Ben, başta kadim kültürümüz olmak üzere çağdaş sosyal bilimlerin insana ve onun doğasına yönelik ürettiği bilgiden yola çıkarak ve hepsinden önemlisi dünyaya gelmesine ‘katkı’ sağladığımız çocuklarımıza karşı sorumluluk sınırlarımızın bizim düşündüğümüzden çok daha geniş olduğunu ifade etme çabasındayım. Bunu başarabilir; ‘fikri hür, vicdanı hür’nesillerin yetişmesine katkı sağlayabilirsek, her şeyin yavaş yavaş güzelleştiğini görme şansı yakalamış olacağımıza inanıyorum.
‘Çocuklarının anası’ olma fikrini hayata geçirerek kadınların, kısa vadede kendi toplumumuzun, uzun vadede insanlığın ihtiyaç duyduğu, sağlıklı bir geleceğin mimarları olabileceğini düşünüyorum. Yeşilçam klişesinde bizi ‘bağlam’ olarak tebessüm ettiren “bundan sonra evinin kadını, çocuklarının anası olacaksın!” yaklaşımının problemli çocuk ve sorunlu evlilik sayısını önemli oranda azaltacağına dair ciddi bilimsel verinin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

‘Evinin kadını, çocuklarının anası olmak’ bir ‘üst bilinç’ halidir. Uluslararası bir şirketin Ceo’su olan bir hanımefendi de pek tabii ‘evinin kadını, çocuklarının anası’ olabilir. Çalışan kadınlar için ‘öncelikleri’ tekrar bir gözden geçirip yeniden belirlemekle, zamanı verimli kullanmakla, ‘anne’ ve ‘eş’ olma kavramlarını var olan fiili durumla en yüksek seviyede buluşturmayı sağlayacak çözüm yolları üzerine kafa yormakla ulaşılabilecek bir üst bilinç hali olarak düşünebiliriz.
Bu arada peşinen belirteyim; çalışıyor ya da çalışmıyor olmak burada altını çizmeye çalıştğım konuyla ilgili –önemli de olsa- sadece bir teferruat! Bu yüzden, hiçkimse çalışmayıp, gece yarılarına kadar o kanal senin, bu kanal benim gezip, dizi izleyen, sabahları kahvaltı sofrası eşliğinde saatlerce süren -sözde- kadın ve magazin programlarına ‘takılan’, bu faaliyetlerden arta kalan zamanlarını da telefon ekranında ‘kerameti kendinden menkul tiplerin’ sosyal medya hesaplarını takip ederek geçiren hatun kişilerin ‘evinin kadını, çocuklarının anası’ olma yolunda çalışan kadınlara göre daha iyi durumda ya da avantajlı olduğunu düşünmesin lütfen. Dedim ya, çalışıyor veya çalışmıyor olmaktan bağımsız bir ‘üst bilinç’ halinin altını çizmeye çalışıyorum.
Buna rağmen, gözlem ve yaşam pratiklerimden yola çıkarak ‘gereklilik’ ve ‘ihtiyaç’ olduğunu düşündüğüm ‘evinin kadını, çocuklarının anası olma’ halini ele almaya çalıştığım bu yazıyı, birileri ‘ideolojik kaygılar’ ile soslayıp, kadını sosyal hayattan uzaklaştırmak, kadını eve hapsetmek, kadının çalışmasına karşı çıkmak gibi, hiç de bana ait olmayan ve tasvip etmeyeceğim, anlamlar yüklemeye kalkacak. Hiç sorun değil. Onlar böyle anlamlandırmalar yapmaya devam etsinler. “Ben gördüğümü çalarım!” diyen, art niyetsiz futbol hakemleri gibi hareket ettiğime inandığım için; bu yazıya farklı anlamlar yüklemeye kalkacak olanlarla, polemiğe girmek gibi bir niyetim yok!