“Bir dana kadar oğlum olsa bir kenarı yol olur” diyordu Burhan Çaçan, yanık sesiyle müzik piyasasında rüzgarlar estirmeye başladığı zaman. Ben çocuktum. Hoş bir Anadolu ezgisi eşliğinde uzun hava formuna yakın bir şekilde söylenen “bir dana kadar oğlum olsa bir kenarı yol olur” ifadesini her duyduğumda “Ne danası, ne oğlu, bu nasıl bir ifade?” sorusu kafamı karıştırıyordu. Türküde duyup anlam veremediğim bu ifadenin aslında “bir dağ ne kadar ulu olsa, bir kenarı yol olur” şeklinde olduğunu çok sonraları bir kaset kapağında görünce kendi kendime çok gülmüştüm. Hatırladıkca beni, paylaştıkça dinleyenleri tebessüm ettiren bu durum, benim türkülerle tanışmamın, daha doğrusu türkülerin bize ne söylediğine “kulak vermenin” türkü söylemekten daha keyifli olduğunu fark etmemin başlangıc noktası oldu diyebilirim. Türkü; ‘sorunlar ne kadar büyük olursa olsun, mutlaka bir çözüm yolu olduğunu’ haykırıyordu! Dağ metaforu üzerinden verilen, sorun / sıkıntı / zorluk gibi şeylerin “mutlaka ve mutlaka” bir çözümünün olduğu müjdesiyle başlayıp, bir sonraki cümlede “Buna bayram günü derler dostla düşman bir olur” diyerek; özel günlerin sorunların / kırgınlıkların / küslüklerin bitirilmesi için iyi bir zemin olduğunu ifade ederken belki de –zımnen- toplumsal uzlaşma için ele geçen fırsatların heba edilmemesini salık veriyordu.

O gün bu gündür, türkü dinlerim, kulak tırmaladığıma aldırmadan türkü söylerim ama hepsinden önemlisi türkülerin bize ne söylediğine kulak kesilirim. Hal böyleyken türküler bize ne söyler sorusunu bana sorsanız, gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi donar kalırım. İtiraf edeyim; bu zor bir sorudur ve tavşan gibi ‘çaresiz’bırakır adamı. Sosyolojide, psikolojide, ahlakta, estetikte, felsefede, tasavvufta zirve yapmış konuları kendisine iştigal konusu seçmiş, bu yetmezmiş gibi toplumun en alt kesiminden başlayarak bunları kitlelere ulaştırmış, benimsetmiş, yaşam biçimi haline sokmayı başarmış türkülerin bize ne söylediğini ben size nasıl anlatabilirim ki?
Şair, şiir ve şuur kelimelerinin aynı kökten geldiklerini hatırlatıp ardından Türk resim ve şiirinin önemli isimleri arasında yer alan Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun:
Şairim, zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir türkü duysam,
Şairliğimden utanırım.
dizelerini paylaşsam, yaşadığım ‘çaresizlik’ hakkında beni mazur göreceğinizi sanıyorum.
Düşüncelerimi aktarabilmek için burada sadece üç, beş örnek vermekle yetinmek zorundayım. Çünkü amacım her yerden ulaşabileceğiniz türküler ve onların hikayelerinden bahsetmek değil. Amacım; türkülerin toplumsal hayata katkıları, onu etkileyiş ve ondan etkilenişleri arasındaki bağlara dikkat çekmek. Amacım; insan eşittir kültür demenin hiçbir itiraz kabul etmediği bir zihinsel düzlemde, kültürün önemli bir unsuru olan müzik ve onun yerel ve asli temsilcisi olduğunu düşündüğüm türkülerin hem toplumsal yaşamı şekillendirme, hem de var olan hali hazırdaki durumu yansıttığına dair bir “farkındalık” oluşturmak.
Türküler olmasaydı;
Beni hor görme kardeşim, sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz sen gümüşsün ben sac mıyım ?
Ne var ise sende, (aynısı) bende, aynı varlık tüm bedende
Yarın mezara girende, sen toksun da, ben aç mıyım ?
ya da
Kur’ana bak, İncil’e bak!, Dört kitabın dördü de hak!
Hakir görüp ırk ayırmak hakikatte yüz karası
diye şehir şehir dolaşıp türkü söyleyerek, halkı insanlığın ortak ve yüksek değerleri ile buluşturan, onları eğlendirirken eğiten Aşık Veysel’in işlevini ‘zorunlu yayın’ statüsü ile yapılan hangi ‘kamu spotu’ ile ve nasıl gerçekleştirebiliriz?
En fazla yapacağımız şey; “Varoluşsal Eşitlik Bağlamında, Etnik Milliyetçilik ve Irkçılık Sorunsalı” veya “Semavi Dinler Perspektifinden İnsan Hakları” konulu konferanslar düzenlemek olurdu. Onlar da büyük ihtimalle yarısı boş salonlarda üç-beş akademisyenin ve konuyla ilgili STK yönetici ve üyelerinin dışında katılım sağlanamayan etkinlikler olmaktan öteye gidemezlerdi diye düşünüyor ve soruyorum; hani halk?
Türküler olmasaydı;
Aç gezer ol, tokçasına, muhanedin akçasına,
Namuzsuzun bahçasına girme gönül demedim mi?
İpek’i düşürdün aşka, görmeseydi seni keşke,
Kendi kusurundan başka görme gönül demedim mi?
diyen Aşık İsmail İpek’in ‘adam gibi adam’ olmanın yolunun ‘içgörüden’ geçtiğini tüm Anadolu halklarına nasıl ulaştıracaktık?
Siz hiç: ‘Soğumadan elde kına, zülfüm teli yere sermem’ diyen türküden daha güzel, daha naif ‘evlenmeden olmaz!’ denildiğini duydunuz mu?
Siz hiç: “Har içinde biten gonca güle minnet eylemem, Arabiyi Farisi bilmem, dile minnet eylemem” diyen Nesimi kadar ‘dilin’zihindeki kavramları aktarmaktan başka bir ‘önem ve işlevi’olmadığı, asıl olanın dilin aktardığı ‘hakikat’ olduğu gerçeğiyle bu kadar ‘kestirmeden yüzleşmenin’ mümkün olabileceğini düşündünüz mü?
Siz hiç; “Yoksulun sırtından doyan doyana, bunu gören yürek nasıl dayana? Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana!” diyen Mahsuni Şerifkadar ‘kısa ve öz kapitalist sistem analizi’ duydunuz mu? Hem de bu zulme karşı durmanın ‘dar ağacı’ ihtimali barındırdığı uyarısı eşliğinde…
“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş, burhan (sebep) arardım aslıma, aslım (özvarlığım) bana burhan imiş”, dizesindeki ‘paradoksun’ insan zihninde kullanılmayan nöron ağlarının tozunu alacak cinsten bir ‘tefekkür’ başlatacak derinliğe sahip olduğunu hissedebilir miydik, bunu bir türkü olarak dinlemesek?
Bu arada; “Eşeği saldım çayıra, otlaya karnın doyura, gördüğü düşü hayıra, yoranın da avradını…” demekten çekinmeyecek kadar, hayata dair ne varsa ‘işleyen’ türkülerin ‘küfür’ü bile estetik bir forma sokmayı başardığını da söylemeden geçmeyelim.
Ağıt, ninni, mani, deyiş, koşma, semah, zeybek, horon, halay, bar, sallama, oyun havası, karşılama, ağırlama, gazel, barak, bozlak, hoyrat gibi bir çok alt formu olan türkülerin de tıpkı sanatın diğer dallarına ait eserler gibi topluma ayna tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna ilave olarak; bu tip kültürel motiflerin bir toplumun kültür seviyesi, etik değerleri, yaşam biçimi, yaşam kalitesi, algıları, beğenileri, velhasıl; değerleri hakkında fazlasıyla ipuçları barındırdığını söylüyor kültür sosyolojisi.
Bunu anladım!
Fakat “Gafil gezme şaşkın! Bir gün ölürsün; dünya kadar malın olsa ne fayda!” diyen türküyü beğenip / dinleyen bir toplumdan, “Para bizde, şöhret bizde! Sizde ne var haydi söyle!” diyen parçayı liste başına taşıyacak kadar beğenip / dinleyen bir topluma hangi ara ve nasıl dönüştük, işte bunu anlamadım. Anlayan varsa; beri gelsin!