Bir ‘Ben’ Vardır ‘Sende’ Benden İçeru!

Aşk insanlık tarihi kadar eski bir kavram.  Başta kutsal kitaplar olmak üzere, filozoflar, edebiyatçılar, aşıklar, psikolog ve psikiyatristler, nöro-psikologlar, sanatçılar herbiri kendi alanları dahilinde aşka dair bir takım tanımlar getirmişler. Bazılarımız bu tanımların birine veya birkaçına inanıp diğerlerini  dışarda bırakmışız, bazılarımız da az sonra bu yazının satır aralarından çıkarabileceğiniz gibi, benim hikayeme benzer şekilde ‘ortaya bir karışık’ yaparak konuyu içselleştirmeye çalışmışız.

Temmuz ayının son haftası Psikoterapi Enstitüsü Derneği’nin düzenlediği, Uz. Dr. Mutluhan İzmir’in “Narsisizmden Bağımsız Bir Ego Olanaklı mı?” konulu söyleşisine katıldım. Tek nefeste geçen üç saatin sonunda söyleşinin değil ama bu yazının konusu olan ‘aşka dair’ farklı bir tespitte bulundu Murat Hoca. İlgimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim. Hatırladığım kadarıyla ve onun cümleleriyle ifade edecek olursam; “Aşk, narsisist güdülerle idealize edilmiş bir benliğin karşı cinse sunumudur” dedi ve ekledi; “işte bu yüzden, -bazen ve marazlı bireyler- aşık oldukları kişi tarafından reddedildiklerinde değersizleştirildiğini düşündükleri / hissettikleri  bu ‘değersiz ben’i ortadan kaldırırlar yani özkıyıma giderler yani intihar ederler”. Son cümlesi nahoş da olsa, aşka getirilen bu özgün tanım, kendimi bildim bileli aşkı anlama, kavrama çabalarımın bir sonucu olarak hayli kabaran  aşk tanımları listeme üst sıralardan giriverdi. Ben de hemen unutmayacağım biçimde zihnime kodladım: Bir ‘ben’ vardır ‘sende’ benden içeru!

Aşk tanımları listem deyince merak edenler olabilir  ama o listeyi burada ‘milli piyango tam liste’ mantığı ile yayınlayacak halim yok! Ama yelpazenin genişliğini ifade edebilecek bir kaç örnek verebilirim. O listede “Aşk yoktur, libido vardır” diyen Freud’un yanı sıra “Biz aşkı Eros’tan değil Mekkeli bir yetim’den öğrendik” yazan pop-art rozetiyle başörtülü üniversiteli kız da var. “Kalbinde yer yoksa ben ayakta da giderim” şeklinde ifade edebildiği ‘kendisi gibi kavruk duygusunu’ 93 model Şahin marka otomobilin arka camına yazan  arabesk mezunu genç de var!

Bunlar aşkın nemenem bir şey olabileceğine yönelik birçok yaklaşımdan sadece benim aklıma gelenler, benim zihin dünyamda karşılık bulanlar. Burada asıl değinmek istediğim aşkın ne olduğundan öte ne olmadığı daha doğru bir ifadeyle aşk zannedilen birçok durumun aslında aşk olmayabileceği üzerine bir şeyler söylemek.

Bunu yaparken psikoloji disiplininin yol göstericiliğinden faydalanacağım elbette. Ama ondan önce  konuyu daha anlaşılır kılabilmek için, ‘Aşık’ denince herkesin ilk aklına gelen Aşık Veysel’in bir ifadesini başvurmak istiyorum: “Güzelliğin On Para Etmez Bu Bendeki Aşk Olmasa” diyor Veysel, hem de estetik ders kitaplarında güzellik ve güzellik algısıyla ilgili sayfalar dolusu anlatılan durumu tek bir cümle ile özetleyerek. Evet, aynen Aşık Veysel’in de belirttiği gibi aşk olabilmesi için aşık olabilme yetisi olan bir ‘özne’ye bir ‘ben’e ihtiyaç vardır. Net bir biçim de anlaşılacağı üzre aşkın kaynağı sanılanın aksine, sarışın ya da esmer, mavi ya da ela gözlü, estetik görünümlü, düzgün bir vücuda sahip bir kadın ya da erkek değil, onu algılayacak bir ‘ben’dir.

O yüzden ‘ben’in oluşum aşamasında, yani erken çocukluk deneyimlerinin yetişkinlik döneminde insanların sağlıklı duygusal ilişkiler kurmasında önemli bir etken olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere referans niteliğinde; John Bowlby isminden ve onun ‘bağlanma kuramı’ndan bahsederek, kuramsal dayanağımızı da belirttikten sonra, güvenli bağlanma içerikleriyle konumuz arasındaki uyum üzerine fikir yürütmeye devam edebiliriz.

Güvenli bağlanma olarak tanımlanabilecek, ebeveynleri tarafından, koşulsuz sevgi ile sevilen, ihtiyaçları (dengeli bir biçimde) karşılanan, onaylanan, takdir gören bireyler, özgüven ve özdeğer problemi yaşamaksızın sağlıklı bir ben gelişimi gerçekleştirme fırsatı bulabilirler. Peki aksi durumda ne olur veya olabilir? Sağlıklı olmayan koşullar içinde büyüyen çocuklar yetişkinlik dönemlerinde eksikliğini duyduğu bu duyguları tatmin yoluna gidebilirler. Çoğu zaman sevgi açlığı kendini tutkulu bir aşk kamuflajıyla bireyin gündemine getirebilir. Ya da kişi muhatabından ihtiyacı olan o sevgiyi elde edebilmek için bağımlı bir ilişki girdabının içine çekilebilir.

Ayrıca çocukluk dönemlerinde kendileri olarak sevilme ve var olma hallerini deneyimlememiş olan ‘benlik saygısı zayıf’, ‘değersizlik’ duygusu geliştirmiş bireyler, ilişkilerinin ancak ‘kendilerinden beklenen fedakarlıkları göstermeleri’ halinde devam edebileceği yanılsamasına kapılarak takıntılı bir biçimde hem partnerlerine karşı hem de sosyal ilişki içinde olduğu diğer insanlara karşı sürekli bir ‘alt perdeden iletişim’ halinde olabilirler.

Ve bütün bu ağır yükün ruhlarında (zaman içerisinde de bedenlerinde)  oluşturabileceği olumsuz durumları bir güzel “Aşk sen nelere kadirsin?” şeklinde tanımlayıp, bir de kutsadıklarına şahit olursanız hiç şaşırmayın!

Halbuki yaşanan şey çoğu zaman aşk değil, yukarıda bahsettiğimiz başlıca dinamiklerden kaynaklanan ve birine karşı, hem de onda bulunmayan özellikleri de atfederek geliştirilen yoğun bir duygudur. Tamamen derin ihtiyaçların ürünü olan bu yoğun duyguyla kişi partnerini kurtarıcı, hayatının aşkı, ruh ikizi gibi tanımlamalarla yüceltiyor olabilir. Aynı durum diğer tarafta konusunun uzmanı bir danışman için sağlıksız geçirilmiş bir çocukluğun ‘bol verimli hasat mevsimi’ olarak da görülebilir.

Tıpkı yıllar önce okuduğum ve her hatırladığımda içimi acıtan “kasabın kızı et kokmayan bir evde aşk olur sanmıştı” cümlesindeki gibi.

Bu satırları okuyan ve bu ya da benzer sorunları olan birçok Torik.tv takipçisi kendilerinin, partnerlerinin ya da yakınlarının bu düşünce ve duygu içinde olmadıkları hissine kapılabilir. Bu oldukca doğaldır. Yukarıda yapmaya çalıştığımız tespit ve değerlendirmeler tamamen bir uzman kontrolünde ve birebir seanslar sonrasında ulaşılabilecek sonuçlardır. Biz burada televizyonlarda yayınlanan tehlikeli gösterilerin altına yazıldığı gibi ‘evde denemeyiniz’ şeklinde bir ibare yazmıyoruz diye siz siz olun kimseye “çocukluğunda deneyimleyemediğin duygular yüzünden…” diye başlayan cümleler kurmayın lütfen.

Bir de aşkın yanlış anlaşılmasının kavramsallaştırma boyutu var ki, başlıbaşına ayrı bir yazı konusu. Ama ona da kısaca değinmezsek olmaz; düşünce ve dil arasındaki bağ inanın bir çoğumuzun tahmin ettiğinden çok daha  güçlü ve derin. İfade edilmeyenin yaşanması, yaşanmayanın ifade edilmesi istisnalar hariç mümkün değil gibi. O yüzden kavramlara sahip çıkalım. Siz aldırmayın / önemsemeyin / inanmayın, son dönemde, özellikle magazin programlarında ‘kısa süreli aşk yaşadılar’ haberleriyle içi boşaltılan aşk kavramına. Aşk kısa süreli yaşanmaz ve yeni bir aşka yelken açılmaz! Çünkü, Leyla’dan geçme faslı vardır aşkın, Mevla’yı bulma yollarında!

Yazı boyunca verdiğimiz aşk benzetmelerinden, tanımlarından sonra aşkları karşılaştırma ihtiyacı duyanlar olursa, onlara tavsiyem; ‘Aşk Kağıda Yazılmıyor Mihriban’ diyen Abdurrahim Karakoç’un aşkı mı, yoksa ‘Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin’ diyen Neşat Ertaş’ın aşkı mı daha yüce onu karşılaştırsınlar.  ‘Sni sevyrm’ şeklinde yazılan mesajlarla ifade edilen ‘tırnak içinde aşkları’ da diskalifiye etsinler. Sonlarına kırmızı renkli kalp emojisi konulmuş olsa bile.