Hayatın Anlamı, Denizin Rengi!

Genellikle hayata dair anlam arayışları, anlamın kaybolduğunu hissettiğimiz zamanlarda daha da şiddetleniyor. Can sıkıntısı, her şeyin boş olduğu hissi, anlamsızlık duyguları ruhumuzu kaplayınca, insan inceden bir ‘anlam arayışı’ içinde buluveriyor kendini. Sanki bu duyguları hissetmeden önce ‘anlamlı’ bir hayat yaşıyormuş gibi…

Binlerce yıldır, dinlerin, filozofların, edebiyatçıların, tasavvufçuların, farklı düşünce disiplinine mensup insanların üzerinde düşünüp, açıklamaya çalıştığı bu konuda bir avuç okuyucusu olan bu kardeşinizin yorumu bazılarına garip gelebilir. İtiraz alabilir, eksik bulunabilir, abartılı sayılabilir. Hepsini birden ve peşinen ‘aldık, kabul ettik’! Anlattıklarımın, ‘benim anladıklarım’olduğunu daha önce sizinle paylaşmış olmanın verdiği cesaretle açıklıyorum: Hayatın bir anlamı yok! Tıpkı denizin bir rengi olmadığı gibi!

Bu yorumu yaparken, bilinmeyen bir şeyin (hayatın anlamı), bilinen bir şeye (denizin rengi) benzetilerek algılanma/öğrenilme prensibini kullandım. Saydam ve renksiz bir sıvı olan suyun, büyük yer yüzü çukurlarında toplanarak oluşturduğu denizin nasıl oluyor da farklı farklı renkler alıyor oluşu dikkatimi çekti. Hergün çalışmak için Anadolu Yakası’ndan Avrpupa Yakası’na hicret eden milyonlarca İstanbulludan biri olarak, hem de motosiklet ile geçtiğim Boğaz Köprüsü’nden bazı gün turkuvaz, bazı gün açık mavi, bazı gün gri olarak seyrettiğim boğaz sularının, renk değişiminin bir sebebi olmalıydı.

Puslu havalarda gri, güneşli havalarda mavi olduğuna şahit oluşlarım, aklıma denizin gökyüzünden ‘kopya çekiyor’ olabilme ihtimalini getiriyordu. Makul gibi görünen bu yaklaşımın kısmen doğru olduğunu ama ondan çok daha fazla şeyin büyük su birikintilerini, muhteşem renklere büründürüp, ‘büyülü güzelliklere’ çeviriyor olduğunu öğrendim.

Evet, suyun bir rengi yoktu. Fakat aynı zamanda atmosferde de bulunan azot, oksijen, karbondioksit gibi gazlarıda içinde bulunduruyordu. Beyaz ışık olarak adlandırılan güneş ışığı içinde barındırdığı gökkuşağı renkleriyle  su moleküllerine ulaşıyor, su molekülleri tıpkı atmosferde olduğu gibi kırmızı tonlu renkleri emip, mor tonlu renkleri yansıtıyor ve denizin mavi tonlu renklerde  ‘görünmesine’ sebep oluyordu.

Renk her zaman aynı olmuyordu, çünkü güneş ışığı suyla buluşmadan önce atmosferde bulutlar tarafından karşılanıyor, bulutların gitmesine müsade ettiği kadar kısmı yoluna devam ederek su molekülleri ile buluşuyordu. Rengi olmayan suyunbaşka başka renkler alması tabii ki bununla da sınırlı değildi. Herbirini tek tek anlatmaksızın rengi olmayan suya renk veren unsurları, suyun derinliği, ısısı, içinde yaşayan canlı türleri, özellikle kıyıya yakın yerlerde var olan deniz bitkilerinin de tıpkı karadakiler gibi güneş ışığı kullanarak yaptığı fotosentez yapmaları, klorofil üretmeleri, tuz oranı vs. şeklinde sıralayabiliriz.

Saydam ve renksiz olan suyun, tropik denizlerde ‘beni görmeden ölme’ diyen turkuvaz renge nasıl dönüştüğünü, bilim insanlarının: “Sıcak tropik sularda mercan kayalıkları sayılmazsa mirkoskopik canlılar hemen hemen hiç yoktur. Bu sebeble su berraktır ve mavi görünür. Deniz dibindeki kum tabakasının sarı rengi, sıcak suların berrak mavi rengi ile buluşunca o muhteşem renk ve manzara oluşur” şeklindeki ifadelerini size aktararak, bu faslı kapatıyorum.

Hayatın kaynağı olan suyun, hayat ile kimyasal, fiziksel, biyolojik boyutunu, olmazsa olmazlığını bilmeyenimiz yoktur. Ama itiraf etmeliyim ki, suyun hayat ile olan ve benim bir metafor kullanımı olarak zihin gündemime alıp sizinle paylaşmak istediğim su ve hayat benzetmesinde suyun ‘derinliğini’ bu satırları kaleme alırken ben de yeni fark ettim…

‘Boğulma tehlikesine’ rağmen bu suya girip birkaç yorum yapmak istiyorum. Biyolojik hayatımızı devam ettirmemiz için gerekli olan su, bize ruhsal hayatımız için de ip uçları veriyor olmasın. Hayatını rengarenk yaşayamadığı için bunalıma girenlere, kendini ‘tek tona’ mahkum edenlere, siyah ve beyaz arasında gidip gelenlere, niye ben maviyim de o turkuvaz diyenlere, rengini sabitlemeyi marifet bilenlere sesleniyor olabilir mi?

Durgun bir suyun rahatsız edici ‘kokusuna’ bizi şahit ederek, içimizde ‘hayat’ barındırmak için hareket etmemiz, akışkan olmamız, gerekirse buhar olup başka yerlerde yeniden hayat bulmamız gerektiği gerçeğini bize hatırlatıyor olabilir mi ?

Kendine ait bir rengi olmaksızın, sadece en yakınlarında bulunanlarla, girdiği ilişkiler neticesinde, üstüne üstlük bir de mükemmel renkleriyle insanları büyülemeyi başarmanın mümkün olduğunu bize gösterip; ‘boş bir levha’ olarak dahil olduğumuz bu hayatı nasıl renklendirebileceğimiz konusunda bize örnek oluyor olabilir mi ?

Saydam ve renksiz olma özellikleri aynı olan su damlalarının farklı denizlerde farklı renklerle ‘arz-ı endam’ etmeleri gibi bir mucizeyi idrak alanımıza sokup, Mevlana’nın deyişiyle okyanusa karışan her su damlasının okyanus olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştiriyor olabilir mi ?

Hayatın kaynağı oluşunu hepimize kabul ettiren bu su, bazen yağmur, bazen kar ya da dolu olarak yagmıyor mu ? Kutuplarda buz, denizlerde su, gökyüzünde buhar olmuyor mu?

Suyun bu halleri, hayatı anlamlandırma ve bu anlamı ‘tek hal’ üzerinde kurgulamaya çalışanlara yaptıklarını bir kez daha gözden geçirme fırsatı sunuyor olabilir mi ?

Kendisinin bir mucize olması sebebiyle, kaynaklık ettiği hayatın da bir mucize olma ihtimalini bize hatırlatıp, mucize bir hayata, ‘sıradan anlamlar’ yüklenemeyeceği konusunda bizi uyarıyor olabilir mi?

Ben suyun –zımmen- vermiş olabileceğini düşündüğüm mesajları içeren bu soruları arttırarak,  insanın bu mesajları alıp almayacağına dair merakımı kışkırtmanın abesle iştigal olduğunu düşündüm bir önceki paragrafı yazarken. Neden derseniz, insanın üçte ikisi ‘su’ değil miydi  zaten?