Mevlana Kime “Gel” Deyip, Neye Çağırmıştı?

Değişim denince ilk aklıma gelen Herakleitos’un “Aynı nehirde iki defa yıkanamazsın!” ifadesi olur. Değişim kavramı, kendini çok  iyi kamufle edebilen nehir metaforu üzerinden hem de kesintisizliğine  vurgu yapılarak böyle mi güzel ifade edilir? Evet, nehre girer yıkanırsın. Dönüp ikinci defa yıkanmak istersen; nehir artık aynı nehir değildir! Az önceki akıp gitmiştir, girdiğin/gireceğin, nehrin yeni halidir! Kesintisiz devam eden bir değişimdir bu. Ve sadece yaşadığımız dünyanın değil, onun içinde bulunduğu güneş sisteminin, o güneş sisteminin  içinde bulunduğu galaksinin de temel prensibidir; hareket/devinim. Özetle madde hareket halinde ve değişim içindedir.

Bu arada dikkatini çekenler ve ilgilenenler için bir not düşeyim; sözlüklerde birbirlerinin karşılıkları olarak verilen hareket ve devinim kavramları arasındaki nüans benim de üzerinde durduğum bir konu. Her ne kadar hareket eşittir devinim denilse de, hareket daha çok fiziksel ve dışsalken, devinim daha çok ruhsal ve içsel bir etki bırakıyor benim zihnimde. Ya da şöyle söylersem daha doğru olacak galiba; hareket, fizikle, devinim ise daha çok felsefe ile flört halinde.

Peki hareket halindeki kainatın bir parçası olan insan için durum ne diye hiç düşündünüz mü? Düşünenler varsa onlar biraz daha düşünmeye devam etsinler, ben düşünmeyenlere ufak bir ipucu vereyim; hemen aklınıza yeni doğan bir bebek ile 90 yaşına ulaşmış bir dedenin görüntülerine getirin. Ardından da bebeklikten yaşlığa doğru uzanan ve fiziksel olan bu değişimi bir film şeridi gibi akıtıverin gözünüzün önünden. Emekleme, tay tay, yürüme, koşma, büyüme, çocukluk, ergenlik, saç, sakal, yetişkinlik, kaslar, yüz çizgileri, güç, kuvvet, çoluk çocuk, torun, ağırlaşan davranışlar, vücudu taşımayan bacaklar, titreyen eller, ağarmaya başlayan saçlar, baçaklara refakat eden baston vesaire-vesaire. Benden bu kadar! Burdan sonrasını gözlem ve hayal gücünüz eşliğinde siz düşünün. Düşünün ve insanın gelişim ve değişim potansiyelini gerçekleştirdiği  bu mucizevi ve bir o kadar da hedefi belli değişimi bir kez daha ve net olarak hissedin.

“Garip değil mi? Hepimizin bir yerlerinde olduğu, ve her dem bir yerlerini deneyimleyip bir sonrakine geçtiği kesintisiz akan bir süreç; tıpkı kesintisiz akan bir nehir gibi!”  Deyip, konunun bu bölümünü noktalıyorum. Çünkü hepimiz zaten bu süreci yaşıyoruz. Daha ayrıntılı görmek isteyenler, akşam eve gittiklerinde  ailelerine ait fotograf albümüne tekrar bir göz atabilirler.

Zihinsel olarak yaptığımız bu kısa yolculukta, kaideyi bozmayacak istisnalar haricinde birbirinden çok farklı olmayan bedensel değişimler yaşadığımız konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Ama tüm bu bedensel değişimler yaşanırken, o bedene misafir olan ruhumuzla ilgili aynı şeyi söyleyemiyorum. Kafamda onlarca, hatta yüzlerce soru işareti oluşuyor.

Her nesilde yaşayan milyarlarca beden ufak tefek farklılıklar ile belirli bir çizgide birbirine benzer gelişim ve  değişimler gösteriyorken, o bedenleri ayakta tutan, onlara ‘can’ olan, onların ‘özü’ olan, bedenlere ‘hayat veren” ruhlarımız acaba nasıl bir değişim potansiyeli taşıyor?

Acaba bazılarımızın ‘çocuk ruhlu’ oluşu sadece bir mecazdan mı ibaret?

Yoksa çocukken bir beden büyük olan ruhumuzu büyüyünce de kullanma hali mi?

Ergenlikteki ‘asi ruhlu” genç ne karşılığında isyanından vazgeçip, kamuda dokuz altı mesaili bir işe  razı oluyor?

Gençliğinde yapmadığı ‘ruhsuzluk’ kalmayanların, yaşlılıklarında ruhani bir tavır takınmalarının arka planında ‘ruhlarına bir fatiha’beklentisi olabilir mi?

“Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” diyen yeşilçam oyuncusu ruhunu teslim etmeye neden yanaşmıyor?

Ya da çok daha kısa ve özet bir biçimde; ruh mu bize aittir, biz mi ruha?

Şeklinde –özellikle- mizahla harmanlayarak sorduğum, ilgilenenleri içine doğru çekecek, ilgilenmeyenleri ‘iyi saatte olsunlar’ moduna sokacak bu ve benzeri yüzlerce soru üretebilirim. Bu soruları üreten biri olarak tabii ki, semavi dinlerin ruh ve onun mahiyeti hakkındaki görüşlerinin neler olduğunu çok önceleri merak ettim. Ve ilginçtir ki, mensubu olduğum dinin kutsal kitabı Kur’an’ın; “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. Deki; ‘Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size (bu konuda) pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 85) ifadesi ile merakım daha da arttı.

Herşeyden önce birçok konuya kota konulmazken bu konuda neden bir kota vardı? Az verilen bu ilim ne idi? Biz bu ilmin ne kadarına vakıftık? Ruh da misafiri olduğu beden gibi bir takım değişimler geçiriyor muydu? Bu değişimin yönü ne idi? Bu basitten mükemmel olana mı, yoksa parçadan bütüne doğru bir değişim miydi? Bunu formüle edebilmek için tümevarım metodu mu daha elverişli idi yoksa tümdengelim metodu mu?

Ruhun değişim, dönüşüm potansiyelinin ne olacağına verilecek tüm cevapların ‘kendi çapında’ cevaplar olacağı gerçeğini heybemize koyup, peki bu değişim potansiyelinin mahiyetini en iyi kim bilebilir  dersek, aklıma cevap olarak; -öncelikle ve özellikle- kendi ruhu / benliği üzerinden bu değişim ve tekamül halini deneyimlemiş, bu sayede -öncelikle ve özellikle- kendini ve insan denilen varlığı üst seviyede tanıma şerefine ulaşmış olanlar diyebilirim. Ayrıca bunu başarabilen çok az sayıda insanın bir yandan bu zevki yaşarken diğer yandan bu zevkin icrası olarak bu zevki yaşama potansiyeli taşıyan insan neslinden, ulaşabildiği kadar çok sayıda insana bu hakikati ulaştırma güdüsüyle kendini hummalı bir davet çabasının içinde bulacağını tahmin ediyorum.

Tahminler, hisler, düşünceler, kafamdaki soru işaretleri derken, ben asıl konudan bayağı uzaklaştım galiba; sahi Mevlana kime “gel” deyip neye çağırmıştı?